NASIL BİR İKTİSADİ ZİHNİYET? İnsan onuruna yakışan bir iktisadi zihniyetin nasıl olması gerektiğini idrak etmek ve içselleştirmenin bir yolu da insanoğlunun iktisat tarihini/birikimini/tecrübelerini iyi okuyabilmekten geçmektedir. İnsanı merkeze almayan ekonomik süreçlerin tarihini anlamak için matematik, mantık ve felsefe gibi nedensellik ilişkilerini doğru anlamaya yarayan disiplinlerle toplumsal kurumları, yapıları ve bunların kendi aralarındaki ilişkileri inceleyen sosyoloji gibi disiplinlerin yardımına ihtiyaç vardır. Bu geniş çerçeveden bakıldığında insanlık ailesinin üretmiş olduğu iktisadi kurumlar ve kavramlar, her ne kadar insanlık tarihinin ortak birikimini ifade etse de, her medeniyet anlayışının varlık duyuşu/bilgi duyuşu/ değer duyuşunun farklı olması nedeniyle ortaya çıkan kurum ve yapılar da farklılık arz etmiştir. Bazen de farklı medeniyetlerin ürettiği kurum/yapı ve kavramlar diğer medeniyetlere geçişkenlik sağlamıştır. Burada önemli olan nokta bir medeniyetten diğer bir medeniyete transfer edilen bir kavramın, geçişkenlik yaptığı medeniyete tercüme edilerek içselleştirilebilmesidir. Sendika kavramı ve beraberinde ekonomik işlevleri ilk olarak Batı toplumunda yaşanmış bir tarihtir. Batı toplumunu tanımlayan ana özellik sınıflı bir toplum yapısına sahip olmasıdır. Ortaçağ Avrupa’sında servetin belli ellerde toplanmasına imkân sağlayan feodal sosyo-ekonomik düzen ile köleci arka planı, kast sistemine benzer bir sınıflılığı beraberinde getirmiştir. Diğer bir ifadeyle Ortaçağ Avrupası’nda sınıflar, topluma yön tayin eden aynı zamanda değişmez kurallar ve geleneklerden beslenerek aralarında geçişlerin ve ilişkilerin imkânsız olduğu bir toplum yapısının en belirgin özelliği olmuştur. Bu arka plan üzerine inşa edilen kapitalizm süreciyle ancak Batı toplumu fikir olarak eşitlik ve özgürlük ile tanışmıştır. Teorisinde potansiyel olarak herkes için eşit imkân ve fırsat vaat eden kapitalizm, bu yönüyle feodal düzenden ayrıldığını ilan etmiştir. Sınıf farklılıklarının ekonomik yapı, eğitim ve yoksulluktan kaynaklandığına inanılan bu sistemde, eskiye göre değişen en belirgin nokta emeğin piyasada özgür dolaşımına verilen imkândır. Aslında bu da sonraları anlaşılacağı gibi, özgürlüğüne henüz kavuşmuş olan köleler için, hayatın kölelikten bile çetin şartlar içeren yüzüyle karşılaşmalarına zemin hazırlayan bir sürecin başlangıcı olmuştur. Bu negatif süreç “Refah Devleti” uygulamalarına geçinceye kadar sancılı bir şekilde devam etmiştir. Refah Devleti uygulamalarıyla Batı’nın sınıflı yapısı ortadan kalkmasa da, bu kategorilerin keskin ve çatışmalı sınıf mücadeleleri eski gücünü yitirmiş; sınıflar hiç olmadıkları kadar birbirine yaklaşmış ve hatta aralarında geçişkenlik oluşmaya başlayınca, insanlar artık kendilerini sınıflar üzerinden tanımlama ihtiyacı hissetmemeye başlamıştır. Bu psikolojiyle artık sınıflara mensup olanlar, sosyo-ekonomik düzeyde sorunların halledildiğine kanaat getirerek, bundan sonraki mücadelelerini sosyal/kültürel/eğitsel alanlara doğru yoğunlaştırmaya başlamıştır. Bu durumun neticesinde sınıfsal örgütlenmelerin mahiyeti, hiyerarşik örgütsel yapılanmalara dayalı çatışmacı ve zıtlaşmacı sendikal mücadele perspektifinden farkı olarak, sosyo-kültürel zemine oturan bir sendikal anlayışa kaymaya başlamıştır. Batı’da gelinen bu son aşamada sınıflı toplum ve sendikal anlayışın geldiği nokta, mutlak eşitliğin zaten mümkün olmadığı, ancak olması gerekenin insanlar açısından statü eşitliğinin mutlaka sağlanması gerektiğidir. Batıda sendika ve ekonomik işlevi konusunda çok çetin mücadeleler ile dolu bir tarih yaşanırken, geleneksel üretim ve toplum yapısından sanayi inkılâbıyla birlikte başlayan modern toplum yapısına Batıdan sonra geçiş sağlayan Türk toplumunda, farklı bir medeniyet koduna sahip olan Batının sosyal yapısının ürünü olan sendika kavramının ve işlevlerinin nasıl içselleştirmeye çalışıldığına bakıldığında şu tespitler ortaya çıkmaktadır: Osmanlı Türkiye’sinin mirası ile Cumhuriyet Türkiye’sinin gelecek tasavvuru arasında uzunca bir süre bocalayan Türkiye’de, Demokrat Parti dönemiyle başlayan köyden kente doğru nüfus akışı, seksenlerden sonra yeni piyasa dinamiklerinin ekonomik hayatımıza girişi ve küresel aktörlerin devreye dâhil olmasıyla merkez-çevre dengesi demokratik ve liberal bir seyir eşliğinde hızlı bir sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi değişim içine girmiştir. Bu değişim süreciyle birlikte eski çevrenin/yeni merkezin önemli aktörlerinden reformist muhafazakâr sermaye sahipleri, kapitalizm ile derin bir bütünleşme yaşamaya başlamıştır. Böylece çalışma hayatında emek sömürüsünün had safhaya ulaştığı bir taşeronlaşma süreci örneğinde somutlaştığı gibi emeğin değerinin niteliksizleştirildiği ve hak ettiği kıymeti alamadığı, neticesinde de artan yoksulluk sıkıntısıyla birlikte uzun vadede belki de sınıflı bir toplum yapısının oluşumuna zemin hazırlayan olumsuz bir sürece girilmiştir. Ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen aile, din, akrabalık, hemşerilik ve dostluk bağlarıyla birbirine bağlı olan Türk toplumu sınıflı bir toplum yapısının oluşumuna direnç göstermektedir. Türk toplumunun medeniyet tasavvuru, insanların birbirinden bağımsız ve birbiriyle mücadele eden değil, karşılıklı bağımlılık ve yardımlaşma üzerine inşa edilen bir zihin yapısına dayanmaktadır. İnsanoğlunun maddeyi algılarken hangi “zihin yapısı” ile hareket ettiği, sadece kendisini ilgilendiren değil, çevresini de etkileyen bir mahiyet arz eder. Bu etkinin beklide en bariz hissedildiği alan ekonomidir. İktisadi sistemlerdeki hastalıklı zihin yapılarının ürettiği insandaki aşırı tüketim hırsının ve bencilliğinin önüne geçebilecek biricik güç ahlaki değerlerdir. Modern toplum yapısının ürünü olan “dinamik iktisat zihniyeti” maalesef ki ahlaki değerleri işleyen sistemi içine almak istememektedir. Ancak insanoğlunda bulunması gereken “bireysel sorumluluk” ile “sosyal sorumluluk” arasındaki dengeyi kurabilecek gücünde, geleneksel toplum yapısının ürünü olan “statik iktisat zihniyeti”nin de beslendiği “ahlaki değerler” olduğu gün ışığı gibi ortada durmaktadır. Zira insanların ekonomik faaliyetlerini ve sosyal hareketlerini yaptıkları kişisel tercihleri ve seçimleri tayin eder. Aynı şekilde toplum yaşamındaki mesuliyetlerin aracı olan kurumların etkin bir işlev görmesi de toplumun ahlaki tercihleri ile bağlantılıdır. Ülkemizin ekonomik işleyişine hâkim olan ve üzüntü verici olarak reformist muhafazakârların da eklemlendiği kapitalist sistemin kurucu babalarından olan Adam Smith, “ahlakla ekonomi birbirinin zıddıdır” diyerek, ahlakın, bireyin maddi çıkarına zarar verdiğini ve dolayısıyla toplumun ekonomik gelişimine sekte vurduğunu iddia etmiştir. Batı’nın tasavvur ettiği bu hastalıklı anlayışın erdemlerden yoksun “teknik insan” tipini model alan iktisadi zihniyetin, ülkemizi getirdiği uçurumun dibi, artık ayan beyan gözler önündedir. Ekonomik kalkınma bakımından maddi boyutta bugün takdiri hak eden ileri bir düzeye gelinmiş olunsa da, artık “iş kazalarında Avrupa birincisi ve dünya üçüncüsü olan bir ülke” konumuna terfi ettiğimizde ortada olan bir hakikatken gelir dağılımındaki adaletsizlik de her gün derinleşmektedir. Zira 2023 yılı araştırma sonuçlarına göre; en yüksek eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert gelirine sahip %20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay %48,7'ye çıkarken, en düşük gelire sahip %20'lik grubun aldığı pay ise %6,1 olmuştur. Akıp giden bu süreç, üretim yapan insanın sanki bir insan değil de robotmuş gibi algılanmasının bir sonucudur ve bir iktisadi zihniyet sorunudur. Batı yaptığı yanlışın farkına ödediği ağır faturalardan sonra vardı. Bugün ahlaki dokunun iktisadi zihniyet üzerinde etkin bir unsur olduğu sonucuna ulaştı. Kendi insanının yaşadığı coğrafyalarda, tespit ettiği bu noktaya azami dikkati gösteren politikaları hayata geçirmeye başladı. Biz bugün Batı’nın ulaştığı bu hakikatin çok uzağındayız. Kendi değerlerine sırtını dönerek, Batı’yı geriden takip eden bir ülke olmamız nedeniyle, entelektüel birikimimizin ürünü olan -Nurettin Topçu gibi mütefekkirlerimizin ortaya koyduğu- “etik insan” modelini esas alarak hareket etme iradesini ortaya koymamız gerekmektedir. Hem siyasette hem sivil toplumda hem ekonomide kısacası hayatın her alanında, ahlaki değerlerimizi içselleştirmiş fertlerden oluşan bir toplum olma yolunda gayret göstermeliyiz. Sözlerimi Erol GÖNGÖR Hocamızın ifadeleriyle tamamlamak istiyorum, çeşitli cemiyetleri kültür bakımından ayırt eden şey kullandıkları alet ve vasıtalardan ziyade, bu alet ve vasıtaların gerisindeki zihniyet ve manevi kıymetler bütünüdür. Bu kapsamda bugün değerlendirmesini yaptığımız genelde sivil toplum özelde sendika kavramlarının ve ekonomik işlevlerinin ülkemizde birbirine paralel olarak iki ana damar üzerinde yürümesi gerektiği kanaatindeyiz: Birincisi sosyo-ekonomik damar ikincisi sosyokültürel damardır. Bu damarların ikisini de diri tutarak güçlü bir sivil toplum ve sendikal anlayışı çalışma ve toplum hayatına hâkim kılmaya çalışan bir zihni yapıyla hareket edilmesidir.
NASIL BİR İKTİSADİ ZİHNİYET?
İnsan onuruna yakışan bir iktisadi zihniyetin nasıl olması gerektiğini idrak etmek ve içselleştirmenin bir yolu da insanoğlunun iktisat tarihini/birikimini/tecrübelerini iyi okuyabilmekten geçmektedir. İnsanı merkeze almayan ekonomik süreçlerin tarihini anlamak için matematik, mantık ve felsefe gibi nedensellik ilişkilerini doğru anlamaya yarayan disiplinlerle toplumsal kurumları, yapıları ve bunların kendi aralarındaki ilişkileri inceleyen sosyoloji gibi disiplinlerin yardımına ihtiyaç vardır. Bu geniş çerçeveden bakıldığında insanlık ailesinin üretmiş olduğu iktisadi kurumlar ve kavramlar, her ne kadar insanlık tarihinin ortak birikimini ifade etse de, her medeniyet anlayışının varlık duyuşu/bilgi duyuşu/ değer duyuşunun farklı olması nedeniyle ortaya çıkan kurum ve yapılar da farklılık arz etmiştir. Bazen de farklı medeniyetlerin ürettiği kurum/yapı ve kavramlar diğer medeniyetlere geçişkenlik sağlamıştır. Burada önemli olan nokta bir medeniyetten diğer bir medeniyete transfer edilen bir kavramın, geçişkenlik yaptığı medeniyete tercüme edilerek içselleştirilebilmesidir. Sendika kavramı ve beraberinde ekonomik işlevleri ilk olarak Batı toplumunda yaşanmış bir tarihtir. Batı toplumunu tanımlayan ana özellik sınıflı bir toplum yapısına sahip olmasıdır. Ortaçağ Avrupa’sında servetin belli ellerde toplanmasına imkân sağlayan feodal sosyo-ekonomik düzen ile köleci arka planı, kast sistemine benzer bir sınıflılığı beraberinde getirmiştir. Diğer bir ifadeyle Ortaçağ Avrupası’nda sınıflar, topluma yön tayin eden aynı zamanda değişmez kurallar ve geleneklerden beslenerek aralarında geçişlerin ve ilişkilerin imkânsız olduğu bir toplum yapısının en belirgin özelliği olmuştur. Bu arka plan üzerine inşa edilen kapitalizm süreciyle ancak Batı toplumu fikir olarak eşitlik ve özgürlük ile tanışmıştır. Teorisinde potansiyel olarak herkes için eşit imkân ve fırsat vaat eden kapitalizm, bu yönüyle feodal düzenden ayrıldığını ilan etmiştir. Sınıf farklılıklarının ekonomik yapı, eğitim ve yoksulluktan kaynaklandığına inanılan bu sistemde, eskiye göre değişen en belirgin nokta emeğin piyasada özgür dolaşımına verilen imkândır. Aslında bu da sonraları anlaşılacağı gibi, özgürlüğüne henüz kavuşmuş olan köleler için, hayatın kölelikten bile çetin şartlar içeren yüzüyle karşılaşmalarına zemin hazırlayan bir sürecin başlangıcı olmuştur. Bu negatif süreç “Refah Devleti” uygulamalarına geçinceye kadar sancılı bir şekilde devam etmiştir. Refah Devleti uygulamalarıyla Batı’nın sınıflı yapısı ortadan kalkmasa da, bu kategorilerin keskin ve çatışmalı sınıf mücadeleleri eski gücünü yitirmiş; sınıflar hiç olmadıkları kadar birbirine yaklaşmış ve hatta aralarında geçişkenlik oluşmaya başlayınca, insanlar artık kendilerini sınıflar üzerinden tanımlama ihtiyacı hissetmemeye başlamıştır. Bu psikolojiyle artık sınıflara mensup olanlar, sosyo-ekonomik düzeyde sorunların halledildiğine kanaat getirerek, bundan sonraki mücadelelerini sosyal/kültürel/eğitsel alanlara doğru yoğunlaştırmaya başlamıştır. Bu durumun neticesinde sınıfsal örgütlenmelerin mahiyeti, hiyerarşik örgütsel yapılanmalara dayalı çatışmacı ve zıtlaşmacı sendikal mücadele perspektifinden farkı olarak, sosyo-kültürel zemine oturan bir sendikal anlayışa kaymaya başlamıştır. Batı’da gelinen bu son aşamada sınıflı toplum ve sendikal anlayışın geldiği nokta, mutlak eşitliğin zaten mümkün olmadığı, ancak olması gerekenin insanlar açısından statü eşitliğinin mutlaka sağlanması gerektiğidir. Batıda sendika ve ekonomik işlevi konusunda çok çetin mücadeleler ile dolu bir tarih yaşanırken, geleneksel üretim ve toplum yapısından sanayi inkılâbıyla birlikte başlayan modern toplum yapısına Batıdan sonra geçiş sağlayan Türk toplumunda, farklı bir medeniyet koduna sahip olan Batının sosyal yapısının ürünü olan sendika kavramının ve işlevlerinin nasıl içselleştirmeye çalışıldığına bakıldığında şu tespitler ortaya çıkmaktadır: Osmanlı Türkiye’sinin mirası ile Cumhuriyet Türkiye’sinin gelecek tasavvuru arasında uzunca bir süre bocalayan Türkiye’de, Demokrat Parti dönemiyle başlayan köyden kente doğru nüfus akışı, seksenlerden sonra yeni piyasa dinamiklerinin ekonomik hayatımıza girişi ve küresel aktörlerin devreye dâhil olmasıyla merkez-çevre dengesi demokratik ve liberal bir seyir eşliğinde hızlı bir sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi değişim içine girmiştir. Bu değişim süreciyle birlikte eski çevrenin/yeni merkezin önemli aktörlerinden reformist muhafazakâr sermaye sahipleri, kapitalizm ile derin bir bütünleşme yaşamaya başlamıştır. Böylece çalışma hayatında emek sömürüsünün had safhaya ulaştığı bir taşeronlaşma süreci örneğinde somutlaştığı gibi emeğin değerinin niteliksizleştirildiği ve hak ettiği kıymeti alamadığı, neticesinde de artan yoksulluk sıkıntısıyla birlikte uzun vadede belki de sınıflı bir toplum yapısının oluşumuna zemin hazırlayan olumsuz bir sürece girilmiştir. Ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen aile, din, akrabalık, hemşerilik ve dostluk bağlarıyla birbirine bağlı olan Türk toplumu sınıflı bir toplum yapısının oluşumuna direnç göstermektedir. Türk toplumunun medeniyet tasavvuru, insanların birbirinden bağımsız ve birbiriyle mücadele eden değil, karşılıklı bağımlılık ve yardımlaşma üzerine inşa edilen bir zihin yapısına dayanmaktadır. İnsanoğlunun maddeyi algılarken hangi “zihin yapısı” ile hareket ettiği, sadece kendisini ilgilendiren değil, çevresini de etkileyen bir mahiyet arz eder. Bu etkinin beklide en bariz hissedildiği alan ekonomidir. İktisadi sistemlerdeki hastalıklı zihin yapılarının ürettiği insandaki aşırı tüketim hırsının ve bencilliğinin önüne geçebilecek biricik güç ahlaki değerlerdir.
Modern toplum yapısının ürünü olan “dinamik iktisat zihniyeti” maalesef ki ahlaki değerleri işleyen sistemi içine almak istememektedir. Ancak insanoğlunda bulunması gereken “bireysel sorumluluk” ile “sosyal sorumluluk” arasındaki dengeyi kurabilecek gücünde, geleneksel toplum yapısının ürünü olan “statik iktisat zihniyeti”nin de beslendiği “ahlaki değerler” olduğu gün ışığı gibi ortada durmaktadır. Zira insanların ekonomik faaliyetlerini ve sosyal hareketlerini yaptıkları kişisel tercihleri ve seçimleri tayin eder. Aynı şekilde toplum yaşamındaki mesuliyetlerin aracı olan kurumların etkin bir işlev görmesi de toplumun ahlaki tercihleri ile bağlantılıdır. Ülkemizin ekonomik işleyişine hâkim olan ve üzüntü verici olarak reformist muhafazakârların da eklemlendiği kapitalist sistemin kurucu babalarından olan Adam Smith, “ahlakla ekonomi birbirinin zıddıdır” diyerek, ahlakın, bireyin maddi çıkarına zarar verdiğini ve dolayısıyla toplumun ekonomik gelişimine sekte vurduğunu iddia etmiştir. Batı’nın tasavvur ettiği bu hastalıklı anlayışın erdemlerden yoksun “teknik insan” tipini model alan iktisadi zihniyetin, ülkemizi getirdiği uçurumun dibi, artık ayan beyan gözler önündedir.
Ekonomik kalkınma bakımından maddi boyutta bugün takdiri hak eden ileri bir düzeye gelinmiş olunsa da, artık “iş kazalarında Avrupa birincisi ve dünya üçüncüsü olan bir ülke” konumuna terfi ettiğimizde ortada olan bir hakikatken gelir dağılımındaki adaletsizlik de her gün derinleşmektedir. Zira 2023 yılı araştırma sonuçlarına göre; en yüksek eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert gelirine sahip %20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay %48,7'ye çıkarken, en düşük gelire sahip %20'lik grubun aldığı pay ise %6,1 olmuştur.
Akıp giden bu süreç, üretim yapan insanın sanki bir insan değil de robotmuş gibi algılanmasının bir sonucudur ve bir iktisadi zihniyet sorunudur.
Batı yaptığı yanlışın farkına ödediği ağır faturalardan sonra vardı. Bugün ahlaki dokunun iktisadi zihniyet üzerinde etkin bir unsur olduğu sonucuna ulaştı. Kendi insanının yaşadığı coğrafyalarda, tespit ettiği bu noktaya azami dikkati gösteren politikaları hayata geçirmeye başladı. Biz bugün Batı’nın ulaştığı bu hakikatin çok uzağındayız.
Kendi değerlerine sırtını dönerek, Batı’yı geriden takip eden bir ülke olmamız nedeniyle, entelektüel birikimimizin ürünü olan -Nurettin Topçu gibi mütefekkirlerimizin ortaya koyduğu- “etik insan” modelini esas alarak hareket etme iradesini ortaya koymamız gerekmektedir. Hem siyasette hem sivil toplumda hem ekonomide kısacası hayatın her alanında, ahlaki değerlerimizi içselleştirmiş fertlerden oluşan bir toplum olma yolunda gayret göstermeliyiz.
Sözlerimi Erol GÖNGÖR Hocamızın ifadeleriyle tamamlamak istiyorum, çeşitli cemiyetleri kültür bakımından ayırt eden şey kullandıkları alet ve vasıtalardan ziyade, bu alet ve vasıtaların gerisindeki zihniyet ve manevi kıymetler bütünüdür. Bu kapsamda bugün değerlendirmesini yaptığımız genelde sivil toplum özelde sendika kavramlarının ve ekonomik işlevlerinin ülkemizde birbirine paralel olarak iki ana damar üzerinde yürümesi gerektiği kanaatindeyiz: Birincisi sosyo-ekonomik damar ikincisi sosyokültürel damardır. Bu damarların ikisini de diri tutarak güçlü bir sivil toplum ve sendikal anlayışı çalışma ve toplum hayatına hâkim kılmaya çalışan bir zihni yapıyla hareket edilmesidir.
Adınız Soyadınız
E-Posta
Girilecek rakam : 691619
Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.